Hayatımız aşırılıklarla dolu. Ya siyah diyoruz ya beyaz. Oysa şartlar hayatın bazı dönemlerinde ara renkleri de kullanmamızı zorunlu kılıyor. Çünkü hayat siyah ve beyazdan ibaret değil. Ara renklerin de var olduğunu kabul etmemiz çoğu zaman hayatı da mutlu ve huzurlu geçirmemizi sağlayabiliyor.
Başta çocuklarımız olmak üzere ya aşırı koruyucu oluyor ya da onlara fiziksel şiddete varıncaya kadar farklı tepkiler verebiliyoruz. Karşılıklı oturup konuşmayı bir türlü beceremedik. Konuşmaktan önce dinlemeyi sevmediğimiz de acı bir gerçek.
Dinlemeyi sevmeyip, konuşmayı da beceremeyince pek tabii ki her eleştiri karşısında ani öfke patlamaları ile cevap vermeye hazırız. Hatta bu öfkemizi şiddete çevirmekte de pek marifetliyiz (!).
Toplum kendi rolünü başkalarına devretme çabası içerisinde. Çocuklarımızla çocuk olurken anne/baba rolünü bırakıp onlarla bir arkadaş olma yolunu seçiyoruz. Oysa anne-baba çocuğun gözünde anne-babadır. Arkadaş olacaksa gerçek arkadaşlar edinmelidir. Anne babalar olarak, bir an önce arkadaşlık rolünden çıkmalıyız. Çıkmamamız durumunda farklı problemlerle karşılaşmaktan kendimizi alamıyoruz. Nerede hata yaptık sorusu ile patinaj yapmaya devam ediyoruz. Her şey kontrolümüz altında olsun derken tüm kontrolleri elimizden kaçırıyoruz.
Kendi çocuğuna “aşkım” diyen bir annenin, eşine karşı aynı cümleyi kullanmaması da bunun bir örneği değil midir? Ve bu örnekleri aşırıya kaçmak olarak değerlendiremez miyiz?
Hep aşırı da olmuşuzdur. Aşırılığın ve özelikle de israfın yalnızca ekmek ve suyla ilgili olmadığını, sevgi ve nefrette de israfkâr ve aşırı olduğumuzun ne zaman farkına varabileceğiz?
Ve israfı hep su ve ekmek merkezinde değerlendirmişizdir. Oysa her alanda israf olabilmektedir. Zamanı kullanmakta israf etmiyor muyuz? Ailemize, dostlarımıza zaman ayırmak da cimrilik yaparken, gereksiz laflarla zamanı israf etmiyor muyuz?
Alışverişlerimiz, ticaretlerimiz hep aşırılık ya da cimrilik arasında gidip gelmiyor mu? Gülmeyi ya da ağlamayı da beceremiyoruz. Güleceğimiz yerde ağlıyor, ağlayacağımız yerde gülüyoruz. Televizyon ekranlarında gördüğümüz “Aylan bebeklere” ağlarken, onu öldürenleri hiç sorgulamıyoruz. Elimizdeki kumandayla üzülmek istemiyorum diyerek Aylan bebeğin faillerinin kahramanlık filmlerini büyük bir zevkle seyredebiliyoruz.
Hayatın her alanında aşırılıklara bir meyil var. İşin vahim olan tarafı kötülükler de aşırıya kaçarken iyilikler konusunda cimrilik yapabiliyoruz. İnsanlarımız, çok yiyor çok konuşuyor, çok uyuyor, çok para harcıyor, çok yalan konuşuyor, çok haksızlık yapıyor…
İyi olan her şeyde kısıtlamaya gidiyoruz. Selam vermekte, hal hatır sormakta, yardımlaşma da kötülüğü düzeltmekte, iyiden yana olmakta vs. hep cimri davranıyoruz.
“Hayattaki amacınız nedir?” sorusunun cevabı çok önemlidir.
Çok zengin olmak mı? Makam sahibi olmak mı?
Her şeye kontrol edebilmek mi? Bir öğrenci için en iyi okulu kazanmak mı? Vs.
Diyelim ki hepsine sahip oldunuz. Ya sonrası? Bunlara sahip olmaktaki gayeniz nedir? Mutlu etmiyorsa size huzur sağlamıyorsa tüm çabalar o zaman neden?
Bunlara ulaşmak adına yaptığınız haksızlıklar, zulümler, ailenizi ihmal etmeler aşırılık değil midir?
Öyleyse aşırılığı ve israfı hayatımızın tamamı için kullandığımız bir ölçü ve standart olarak görmek mecburiyetindeyiz. Ölçüleri aştığımız, sevgiyi taşırdığımız, müsamahayı abarttığımız zaman depresyonlar, hastalıklar, öfke çığlıkları içerisinde hayatımızı karartıyoruz.
En ufak hatalarından, söylediği bir sözden dolayı kardeşlerimizi, dostlarımızı gönül defterimizden silmek bir israf değil midir?
Yunus Emre, Hz Mevlana’yı sürekli gündemde tutup söylediklerini içselleştirmemek, Müslümanım deyip ayetleri dile getirirken bunu uygulamamak ciddi bir israf değil midir?
“Aldığım kilodan nasıl kurtulurum” ifadesi israfın sonucu değil midir? Aynı fiyata alabileceğimiz bir kıyafet için marka düşkünlüğümüzden dolayı fahiş fiyatla satın almak aşırılık değil midir?
İsraf her alanda, her şeyle ilgili bir kavramdır. Allah Teâlâ, sadece ekmeği ve suyu israf etmememizi buyurmadı (kaldı ki onların yaptığının sevimsiz olduğunu herkes kabul ediyor. ) yalnızca; “İsraf etmeyin” buyurdu, yani vakti, sevgiyi, ibadeti, kardeşliği, doğruluğu, adaleti, liyakati vs israf etmemeyi de emrediyor.
Bir âlimin ifadesi ile “Bir mümin, ben söylemiyorum, böyle demişler diyemez, kulağına her sözü sokmaz. Kulağı israf etmemek budur ve mümin farkı böyledir. Ağızdaki israf, bütün barajlardaki suyun israfından daha tehlikeli değil midir?”
Duygularımızda ortalamayı bir türlü yakalayamadık. Duygu frekanslarımız arasındaki fark her geçen gün büyüyor. İfrat ve tefritin olduğu bir yerde huzur ve sükûnetten bahsetmek mümkün mü?
Söylemeden geçmemek gerekiyor. Yazının içeriğinde geçen kelime ve cümleleri en iyi ifade eden kelime “Mutedil olmak” olsa gerek. MUTEDİL kelimesini çok seviyorum. Mutedil olmak, içinde hem adaletli olmayı hem ölçülü/dengeli olmayı hem de istikamet üzere olmayı barındırır.
Halit BEKİROĞLU’nun “Söz Kalır” kitabında da ifadesini bulan Mutedil olmak, “orta yolcu olmak” değildir, ifrattan ve tefritten uzak olmak, her türlü aşırılığı reddetmektir…
Mutedil olmak, “vasata razı olmak” da değildir, kararlı bir şekilde bir işi ve bir çizgiyi, uzun soluklu devam ettirmektir. Gerçek anlamda “vasat ümmet” olmaktır.
Mutedil olmak, “devrin adamı olmak” da değildir. Her devirde duruşuyla, fikriyle, ahlakıyla adeta zamana meydan okumaktır…
Mutedil olmaya tahammül etmek zordur. Güncele ve kısa vadeli olana meyyal topluluklar uzun soluklu mutedilliği anlayamazlar ve tahammül edemezler.
Mutedil olmak zordur çünkü istikameti bir ömür boyu sürdürmek sabır gerektirir, tahammül v direnç gerektirir. Kararlılık, azim ve sebat gerektirir…
Bir o kadar dikkat, rikkat, nezaket, görgü, bilgi, tecrübe, istişare, tefekkür ve haddini bilmeyi gerektirir.
Sevgiyle kalın, sevgide kalın…