DİN ALGIMIZIN OLUŞMASINDA EĞİTİMİN YERİ

0
2816

 

Türklerin İslam’la tanışmalarından sonra gerek bireysel hayatta ve gerekse toplumsal hayatta özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde din yani İslam, davranışları belirleyen en temel unsur olmuştur. Kimi batıl inanışlar ve hurafeler devam etse de genel olarak İslam sonrası gelenek ve örfümüz İslam’a göre şekillenmiştir.

Cumhuriyet sonrası dönemde din ile ilgili algımız özellikle devlet bazında değişime uğramış, devletin yönünü Batıya çevirmesi ile birlikte, dini anlayışımız da Batılıların anladığı şekle bürünmüştür. Müslüman halk bireysel anlamda dinini yaşamaya çalışmış olmasına rağmen asıl değişiklik devletin resmi din anlayışında gerçekleşmiştir.

Sistem değişse bile iletişimde kullanılan kavramlar değişmez. Değişen şey kavramın nasıl tanımlandığıdır. İşte bu kavramlardan biri de dindir. Bu süreçte oluşturulacak olan yeni neslin din anlayışının da elden geçirilerek resmi kanaldan yani okullar ve eğitim müesseseleri aracılığı ile batılı tarzda din anlayışı öğretilmeye çalışılmıştır. Bu, toplumun Batılılar gibi Hıristiyan yapılmaya çalışılması anlamına gelmiyordu. Batılılar dini nasıl algılıyorsa, yeni neslinde dini o şekilde anlaması hedefleniyordu. Dinin kökeni, varlık sebebi ve yetki alanı yeniden şekillendiriliyordu. Din kalplere hapsedilerek, sosyolojik anlamda faydalıysa toplumda yer bulabilirdi.

Batılı gibi olma hevesiyle birlikte, batıda bulunan ateizm, materyalizm ve spiritüalizm gibi akımlar da daha önce olmadığı kadar toplumda yer etmeye başladı. Özellikle materyalist din anlayışı yaygınlık kazanmaya başladı. Bunun tipik bir örneğini paylaşma istiyorum:

Üniversite yıllarımda İnkılap Tarihi dersimize Gürbüz Tüfekçi isminde bir hoca giriyordu.(Adı geçen hoca Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar ve Atatürk’ün Düşünce Yapısı adlı kitapların yazarıdır.) Dersler büyük amfi de yapılıyordu ve bir gün hoca derste tahtanın bir ucundan diğer ucuna kadar yatay bir çizgi çizdi. Bu çizginin “insanlık tarihinin zamansal gösterimi “ olduğunu söyledi. Çizginin sol baş tarafına bir nokta koydu ve ”burası evrimden sonra ilk insanların ortaya çıkışı” dedi. Daha sonra klasik materyalist toplumların oluşumu tezini anlatmaya başladı ve sözü dinin oluşumuna getirdi.

“İlk küçük toplumlarla birlikte din de vardı. Bu kabile reisi ile büyücünün halkı sömürmek için ortaya koydukları ve tamamen insanların zaaflarından ve korkularından faydalanan bir yapıydı” dedi. Böylelikle ilk ilkel dinin nasıl ortaya çıktığını kendi zihni durumu açısından ortaya koydu. Daha sonra tarih çizgisi üzerinde çeşitli yerlere yeni noktalar koyarak bunlarında toplumların gelişmesiyle dini algınında gelişip karmaşıklaştığını belirtti. Yani geçmişten günümüze gelene kadar dinlerin ilkelden karmaşığa doğru “çok tanrılı” olarak gelişim seyir izlediğini söyledi. Ve nihayet tek tanrılı dinlere geçişin yaşandığın söyledi. Hatta alaycı bir üslupla; Tevrat, İncil ve Kur’an’ı kastederek: “ birinci baskı, ikinci baskı ve üçüncü baskı ifadesini kullandı. Yani Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslam’ın bu gelişim seyrinin bir parçası olduğunu belirtmiş oldu. Ama temel muharrik hiç değişmemişti, yani kabile ve büyücü ilişkisi, idareci ve din adamına evirilmiş oluyordu. Sözün özü din insanları uyutmak/ sömürmek için uydurulan bir müesses idi.

Yıllarca bu ve buna benzer iddiaları bizim tazecik gençlerimizin zihinlerine allayıp pullayıp sokmaya çalıştılar. Ne yazık ki kimi zaman da başarılı oldular.

Oysa biz biliyoruz ki: İnsanlar fıtrat üzere (temel dini duygular sahip olarak) doğar. Dünyanın hiçbir yerinde dini duygulara ve yönelişlere sahip olmayan toplumlar hiçbir zaman olmamıştır veya istisnadır. Din (ed-Din – İslam), Hz. Adem (as) ile başlar ve belli bir süre sonra bozulmaya başlar. Bunun üzerine Allah rahmetinin tecellisi ile bozulan dini düzeltmek için elçiler gönderir. Bu şekilde devam eder sürer. Yani insanlık tarihinde dinin başlangıcı hiçbir zaman çok tanrılı olmamıştır. Daima tevhit üzere olunmuştur. Fakat bir süre sonra insanlar hırs ve vb. şeylerden dolayı dini bozarak çok tanrılı hale getirmiştir. Bozulan toplumlara Allah elçiler göndermiş ve tekrar tevhide döndürülmeye çalışılmıştır. Dönmeyen toplumlar zulümleri nedeniyle helak olmuştur.

İşin kötü tarafı; okullarda verilen din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde, İlahi Dinler “ diye bir başlık açılmakta ve bunlarda: Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslam olarak ele alınmakta. Buna ilaveten Yahudilik ve Hıristiyanlık muharref  yani bozulmuş olarak belirtilmektedir. Oysa : “Allah katında din tektir oda İslam’dır. ” Yani Allah, Hıristiyanlık veya Yahudilik diye bir din göndermemiştir. Başka bir deyişle Hz İsa, Hıristiyan değildi. Müslümandı. Hz. Musa, Yahudi değildi. Müslümandı. Yahudilik ve Hıristiyanlık bozulmuş ed-Din’in yani İslam’ın yeni halidir. Onların getirdikleri de bozulmaya uğradığı için Allan son Nebisini (s.a.v) göndermiştir. Yaygın kanaatin aksine İslam, Hz. Muhammed ile başlamaz. Onun ile kemale erer. Tarih boyunca binlerce peygamber gelmiştir ama sadece tek dini tebliğ etmişlerdir. Dinin sabit ve değişen yönleri vardır. Bir peygamberden diğerine değişen sadece muamelatla ilgili yönlerdir.

Dini kendi amaçları için kullananların, Batıya kendimizi kabul ettireceğiz diye “Muhammed Allah’ın resulüdür “ ibaresini ezandan çıkarma girişimi, Dinler arası diyalog diye dini yozlaştırmak ve tesettüre “füruattandır” diyerek dini değerleri hafife almak, yanlış din algısına verilecek bazı örneklerdendir.

Din eğitimi hafife alınacak bir konu değildir. Genç neslimizin iyi bir eğitimden geçmemesi demek, köyünden kasabasından anne ve babasının verdiği dini eğitimle kalkıp büyük şehirlere üniversite okumaya giden gençlerin İslam’a karşı alaycı ve cüretkar ifadeler kullanan üniversite hocalarına veya ortamlara karşı sinirlenip kızmaktan ama cevap verememekten veya teslim olmaktan başka ne şansları olabilir…

Hasan EKİNCİ